Son dönemlerde sık, sık sorguluyorum günümü, dünümü, yarınımı. Bu sorgulama kendinden hoşnutsuzluk ya da yapılanlardan pişmanlık adına değil. Sadece alternatif yaşam ve kabulleniş türleri arasında, seçim yapmak gibi bir lüksümüz, aslında var mı diye. Ben ömrüm boyunca çok sorulu bir yaşam sürdüm. Hep neden, nasıl, ne zaman ve nerede ağırlıklı bir yaşam. Neden bu oldu? Nasıl çözerim? Ne zaman sonuçlanır? Nerede olmalı? ve benzer sorular. Bu kadar sorulu bir yaşam sürdürünce, bu denli iniş, çıkışlar; bu denli uçlarda duyulanan kendince ilginç bir koşuşturmam oldu. Yakın dostlarım bilir. Bir gün aradıklarında Frankfurt’ta bir başka gün Pekin’de alo dediğim çok olmuştur. Pariste tarak yerken beyaz şarapla, bir başka gün Kiev sokaklarında dolmuş parası olmadan gezmişliğim vardır. Tüm bunlara rağmen pek pişmanlık duymadım yaşadıklaımdan. Hatta emeklilik yaşımı doldurup tavandan maaş almak ve güvencede olmak için bu yaşadıklarımı feda edermiydim; hiç sanmıyorum.
Sonuçta hep bir çıkış bulmamın sebebi de bu çok sorulu yaşam şeklim. Bir çok insana tavsiye etmem. Çok kolay bir yaşam tarzı değil. Eğer tek cevaplı bir yaşamım olsaydı mutlu olabilirmiydim. Sanırım olabişlirdi, eğer sorulu yaşamı lise yıllarımın sonunda seçmemiş olsaydım. Eğer tek cevaplı yaşamı seçseydim, biraz şikayet eden ama aslen mutlu bir Deniz Albayı olurdum. Muhtemelen de iyi bir konumda. Ya da ilk girdiğim işde bazı şeyleri kabullenip kalsaydım, paralı, arabalı ama dünya malı bir hayatım olabilirdi. Suadiye ile Levent ya da Karaköy arasında geçen.
Yanlış anlaşılmak da istemiyorum aslında. İyi paralı ve lüks sayılabilecek bir yaşam ya da orta sınıf maaşlı bir yaşam, aslında temel olarak aralarında bence bir fark yok. Hepsi tek cevaplı bir yaşam. Benim sevdiğim ise, isimsiz örnekler vereceğim, bir karar ile küçük bir Akdeniz kasabasına yerleşen ve hep kendine ekleyen bir erkeğin yaşamı, ya da işletme okuyup, hem de iyi bir şekilde, uzak doğuya giderek Tai masajı öğrenen ve hayatına hep doluluk ekleyen bir kadının yaşamı, 20 yaşında hiç dil bilmeden Almanya’ya oradan İsviçre’ye geçip kendi lokantasını kuran ve eşi ile kızına kendisi ile dolu bir yaşamı hediye eden bir adamın hayatı. İşte çok sorulu yaşamak bence bu.
Küçüklükten beri hep dünyayı görmek istedim, hem de çok. Mali durumun orta seviyede idi. Tek hazinem, sanırım bazen de başımı belaya sokan, cesaretimdi. Olabilecek en zor işe başvurdum, aracı kurumlar arasında kendi adı olan, yani sadece bülten denmeyen, aylık dergiyi çıkardım, istatistik araştırma yayınladım. Bunları övünmek için anlatmıyorum aslında hep başıma işl aldım. O zamandan belli idi tek cevaplı yaşam istemediğim. Sonuçta beni tek cevaplı yaşamın sıcak ve güvenli ortamında tutan bu işlerde kaldığım 15 yıl içinde kaç ülke gördüm biliyor musunuz? 3 sadece 3 Almanya, İsviçre ve Kıbrıs. Aslında Kıbrıs’ı saymamak lazım ne de olsa yavru vatan. Ve birgün tek başıma olmaya ve sorularımı sormaya karar verdim. Tepelerde gezdim, dipleri de gördüm. Ama biliyor musunuz, ne oldu? O sonraki 10 yılda tam 22 ülke ve 194 şehir gezdim. Hepsini hatırlayabileceğim, sokaklarında gezip, yediğim, otellerinde ya da evlerinde kaldığım şekilde. Trenle geçerken tabela okumadım demek istediğim.
Çocukluğumdan beri çok istediğim bir şeyi yaşattı bana çok sorulu yaşamı seçmem. Şimdi soruyorum, nasıl şikayet ederim. Fakat bir şeyi belirtip, uyarmak istiyorum. Bu yazım ne tek cevaplı yaşamı seçenlere haksızsınız ya da yanlışsınız demek, ne de çok sorulu yaşamı bin yıllık gelecek vaad eden bir gerçeklik gibi sunmak. Benim söylemek istediğim eğer bağırıyorsa gönlünüz ve kafanız “ben soru sormak istiyorum” diye; o zaman ona çenesini kapamasını söylemeyin. Bazen kendinizi dinlemek, başkalarını ve alışılagelmişlikleri dinlemekten daha iyi sonuç verebilir. Sevmediğin bir şekilde ömrünü tüketmektense, severek risk almak daha güzel olabilir.
No comments:
Post a Comment